loader

TALES OF INNOCENCE

The photographs that excite us the most are those offering a glimpse of another culture, because in these we find clues and fresh points of view that in turn allow us to question our own culture. Such a photograph can either present itself as an indexical document or take the figurative, nuanced path of poetry. Timurtaş Onan’s images of life in the Western Taurus Mountains take the latter, thus inviting us to reflect upon our own lives and culture.

‘Culture’ is a word that we use often while trying to understand groups of people or to compare them to each other. The word itself, with its countless uses from culture physique to fungi culture, as well as over a hundred social studies-related definitions, can simultaneously be explanatory and semantically confusing. Perhaps the most concise and distilled definition is, ‘human’s response to nature’.

Although most people may argue culture differentiates us from other living things and renders us superior, the origin of culture is inevitably found in nature itself. Us city dwellers can no longer claim to live among nature. Nature is now a private and strange space marked for our use, such as a park landscape, or an interesting vision on a TV screen.

If not true nature, then, what we live in is a stylized version of nature that our culture has derived from it, and which we experience in our own imagination. The culture that originated as a response to nature has in turn created its own pragmatic universe, and has placed us within it. Pragmatism requires an abandonment of surprise for comfort. With our expectation of exalted pragmatism, we reproduce the derivative of nature. We thus become creatures trying to take hold of the shallow world of mirrors facing each other, reflecting the image an infinite number of times. Our consolation is the illusion that we have dominated the very nature we distanced ourselves from.

The conviction that we rule over nature, that we can somehow make it work and reproduce for us, and yet stay away from it, marks the end of our innocence. The pragmatic relationship we think we sustain with the derivative of true nature in fact isolates us from encounters with the unexpected. These very encounters had previously brought our cultures into existence. What we encounter now is an unfruitful monologue. The magic and the element of surprise have vanished, replaced by accounting charts and timetables.

The fresh and propelling force in our lives, however, is the magic and surprise that occur in our relationship with nature. The ‘spare’ nature that we have derived from true nature does not contain such magic and surprise, which makes our relationship with nature spontaneous. Forming such a relationship is not entirely impossible. Timutaş Onan’s photographs, made in the villages and highlands of the Western Taurus Mountains, invite us to view the poetic testimony of a complete experience of true nature. These photographs unquestionably picture culture as most photographs of humans do, depicting it as a cumulative response to nature. However, culture here is not a haphazard response given to a derived, imaginary nature. Nature itself is truly present and in dialogue with humans, as are elements of surprise and spontaneity. Innocence is not completely lost.

Onan’s photographs blur the borders between the manufactured and the natural. The walls of the shelters shepherds have built are in direct alignment with the natural rocks that surround the scene. Everything in sight completes each other, and is in states of borrowing and co-existence. The people are not pictured in a landscape produced by their own minds; they are instead in the very nature that creates and nourishes them. Whether they are laboring or taking a rest, they belong in it.

The fresh energies of a young woman and the blooming almond tree she is posing with become one. The people are no strangers to the green branches that they carry on their backs. We know that the soil does not soil anyone’s hands, and that days cannot be measured by hours. The animals and all other living things know that they are under the same sun and feel the same winds with their counterparts in history. The mountains are still enchanting and colossal; the people still small and inquisitive.

When scientists named the ages in the history of the world, they placed our current era into the Anthropocene Period, or in English, ‘The Age of Man’. In the 4.5 billion-year history of the world, this era stands out as the immoderate age of alienation and consumption, far from depth and as fleeting as a moment, starting with the Industrial Revolution in the middle of the 18th century, and named sometime in the last 30 years when the destructive impacts of man on the planet were made clear. Without doubt, this terrible age has only been possible once pragmatism dominated magic and surprise in our relationship with nature.

Onan’s photographs remind us of that another way is possible. The magical and surprising spontaneous relationship between man and nature perseveres beyond pragmatic calculations. In that case, there is still hope.

Erhan Şermet


MASUMİYET ÖYKÜLERİ

Bizi en çok heyecanlandıran fotoğrafların başında belki de bize başka bir kültürün görüntülerini sunan kareler gelir, çünkü bu karelerde içinde yaşadığımız kültürleri sorgulamak için taze bakış açıları, ipuçları buluruz. Fotoğraf bunu yaparken kendisini nesnel bir belge olarak ortaya koyabileceği gibi şiirin incelikli yolunu da seçebilir. Timurtaş Onan’ın Batı Toroslar’daki yaşama dair fotoğrafları işte bu şiir yolunu seçerek bizi kendi yaşamımız ve kültürümüz üzerine düşünmeye davet ediyor.

İnsan gruplarını anlamaya ya da birbirleriyle kıyaslamayla çalışırken çok kullandığımız bir sözcüktür ‘kültür’. Kültürfizikten kültür mantarına sayısız kullanımı ve sosyal bilimlerdeki yüzü aşan açılımıyla açıklayıcı olabildiği kadar kimi zaman anlamayı güçleştirici bir işlev de üstlenebilir kültür sözcüğü. Kültürün belki de en veciz ve rafine tanımı ‘insanın doğaya cevabı’ olarak yapılanıdır.

Gerçekten de içinde yaşadığımızı ve bizi tüm diğer canlılardan ayırdığını, üstün kıldığını söyleyegeldiğimiz kültürün çıkış noktası kaçınılmaz olarak doğanın ta kendisidir. Ama biz, şehir insanları artık doğanın içinde yaşadığımızı iddia edemeyiz. Doğa bizim için çerçevelenerek ayrılmış, özel ve yabancı bir alan, bir park peyzajı ya da televizyon ekranındaki ilginç bir görüntüdür.

İçinde yaşadığımızsa kültürün ürettiği stilize, türetilmiş bir doğadır, kendi hayali doğamızda yaşarız. Doğaya cevap olarak ortaya çıkan kültür kendi yararcı doğasını oluşturup bizi içine yerleştirmiştir. Yararcılık konfor için sürprizden vazgeçmeyi gerektirir, her elde yükselttiğimiz yararcılık beklentimizle yarattığımız yedek doğayı yeniden üretiriz. Böylelikle görüntüyü sonsuz kez karşılıklı yansıtan aynaların sığ dünyasına kök salmaya çalışan varlıklara dönüşürüz, artık uzağımızda kalmış olan doğaya hükmetme vehmimiz tesellimiz olur.

Doğaya hakim olduğumuz ve onu kendimiz için çalıştırıp yeniden üretebileceğimiz ve bu şekilde ondan uzak durarak ondan yararlanacağımız düşüncesi bir masumiyetin de sona erişidir. Türettiğimiz doğayla sürdürdüğümüzü zannettiğimiz yararcı ilişki bizi kültürümüzü var etmiş olan beklenmeyenle karşılaşma ve cevap üretme halinden koparır, yaşanan kısır bir monologdur artık. Sihir ve şaşkınlık ortadan kalkmış, yerini muhasebe tabloları ve zaman çizelgeleri almıştır.

Oysa yaşamımızın taze itici gücü doğayla olan ilişkimizdeki sihir ve şaşkınlıktır. Türetilmiş ‘yedek’ doğanın içermediği sihir ve şaşkınlık doğayla kurulan kendiliğinden bir ilişkinin özüdür ve bu elbette büsbütün imkansız değil. Timurtaş Onan Batı Toroslar’da dağ köyleri ve yaylalarda çektiği fotoğrafları bizi tam da böylesi deneyimin şiirsel tanıklığına davet ediyor. Elbette insanın olduğu her yerde olduğu gibi burada da bizi insan kılıp ayakta tutan doğaya o kümülatif cevabımız, kültür var. Ama buradaki kültür türetilmiş hayali bir doğaya verilmiş gelişi güzel bir cevap değil, doğa kendisi olarak var ve insanla karşılıklı konuşuyor, sürpriz ve kendiliğindenlik var, hala masumiyetten söz edilebilir.

Fotoğrafları incelerken kimi zaman insan yapısı olanla doğal arasındaki sınırın belirsizleştiğini hissediyoruz. Çobanların yaptığı barınaklar doğrudan çevredeki doğal taşların yeniden dizilişi; manzara içinde her şey birbirini tamamlıyor, ödünç alma ve yana yana var olma hali var. İnsanlar kendi zihinlerinin ürettiği bir peyzajın içinde değiller, soluklanmak istediklerinde de çalışırken de ait oldukları, kendilerini besleyip var eden doğanın içindeler.

Bir genç kızın taze enerjisi yanında poz verdiği çiçek açmış badem ağacıyla bir, insanlar sırtlanıp taşıdıkları yeşil dallara yabancı değiller, biliriz ki toprak burada kimsenin ellerini kirletmez, günler saatlerle ölçülmez. Hayvanlar ve tüm diğer canlılar birkaç yüzyıl öncesine kadar olduğu gibi aynı güneşi ve rüzgarları paylaştıklarını biliyorlar, dağlar hala büyülü ve dev, insanlar küçük ve meraklı…

Bilim insanları dünyanın çağlarını adlandırırken günümüzü ‘Antroposen’ ya da Türkçe ifadesiyle ‘İnsan Çağı’nın içine yerleştiriyorlar. Dünyanın 4,5 milyar yıllık tarihinde 18. Yüzyılın ortalarında, sanayi devrimiyle başlamış, adı insanın gezegen üzerindeki etkilerinin yıkıcılığının ortaya konduğu son 30 yılda konmuş, an gibi kısa, derinlikten uzak ölçüsüz bir yabancılaşma ve tüketme çağı… Hiç şüphesiz doğayla ilişkimizde yararcılığın baskın gelmesiyle sahneyi terk eden sihrin ardından mümkün olabilmiş bir çağ.

Onan’ın fotoğrafları bize başka türlüsünün mümkün olduğunu hatırlatıyor; hala sihir ve şaşkınlık, fayda hesabının ötesinde insanla doğa arasındaki o kendiliğinden ilişki var, öyleyse hala umut da var.

Erhan Şermet